24 Ocak 2012 Salı

AGARTA UYGARLIĞI

AGARTA UYGARLIĞI


Atlantis’ten Mu’ya, İsa’dan Nuh’a, Ergenekon’dan

 Ümraniye’ye, Mısır’dan Hitler’e, Dabbe’tül Arz’dan 

Kapadokya’ya, İbranice’den Sanksritçe’ye,

 Lucifer’den Şövalyelere… Agarta’nın esrarengiz

 öyküsü kapınıza dayandı! Açmasanızda, görmesenizde

 fark etmez. Oradalar! 




Agarta’nın ne olduğuna ilişkin en yaygın, internet ve ansiklopedik
kaynaklarda kullanılan tanım, “Tibet ve Orta-Asya tradisyonlarında
sözü edilen, Asya’daki sıradağların içinde bulunduğu ileri
sürülen efsanevi bir yer altı organizasyonu”dur.
Ancak bu tanım, ivedilikle not düşülmeli ki, “Agarta”yı anlamak ve
çözmek için tamamıyla yetersiz. Ne bu kadar basit ne de bu denli sığ.
 Ancak bir açılış tanımı olarak kullanılabilir.
Günümüze değin “Agarta”nın ne olduğunu inceleyen bir çok yayın ve
yazar bulunuyor. Bunlar içinde en ünlüleri ve kaynak olarak en
itibar edilenleri üç tane. Bunları meraklıları için öncelikli olarak
-konunun daha başında-yazalım. Saint-Yves d'Alveydre, Ferdinand
 Ossendowsky ve René Guénon.
AGARTA: YAŞIYORLAR...
Agartha kelimesi; “Agharta” ve “Agarthi” olarak da kullanılabiliyor.
Agarta veya Agarti sözcükleri Sanskritçe de “ele geçirilemeyen,
ulaşılamayan, her şeyden korunmuş, şiddetin yakalayamayacağı,
anarşinin erişemeyeceği” anlamlarına gelmekte.

Bir de “Şambala”  (Shambalah) kelimesi var. Bunu da söylemek
 gerekiyor ki, meraklıları için şaşırtıcı olmasın.
Kimi kaynak ve kişilere göre Şambala, Agarta'ya karşıt olarak kurulmuş,
gizli bir menfi merkez. Ancak genel ve yaygın kanı, Şambala’nın Agarta’nın
bir diğer adı olduğu.
Agarta ismi ilk kez “Saint-Yves d’Alveydre” tarafından kullanmış.
d’Alveydre bir simyacı. Metalleri altın ve gümüşe dönüştürme
 formülleri düzenlemiş. Martinist tarikatının (Tours piskoposu
Aziz Martin (M.S. 316-397) tarafından kurulmuş tarikat) mürşitlerinden.
 Topluluğun bir diğer adının, “yeşil adamlar toplulu” olduğu da kayıtlar 
da mevcut.


Agarta'nın "yasak dünyasının" kapıları açılıyor. 

Kan taşından vampirlere, Moğollardan Transilvanya'ya,

 çok saymayalım, Agarta'nın "mistik" öyküsü sizin için...





Tibetli lamalara göre saklı imparatorluk mevcuttur. İçlerinden
O halde buyrun: Sorumluluk sizin!
 bazıları, Şamballa’nın Büyük Üstatları ile ve yeraltı dünyası
Agarta’da hüküm süren büyük inisiyelerle sürekli ilişki içinde
bulunduklarını iddia etmektedirler.Tibet el yazmaları, dünyanın bu 
bölgesinin alelade insanlar için ulaşılmaz olduğundan bahsederler.
 Söylendiğine göre Kanjur’da Tibet rahipleri tarafından Şamballa’dan 
doğrudan alınmış bir metnin kopyası bulunmaktadır.
Bu metinde Tarim ırmağının civarında yer alan ve daima Kuzey
 yönüne doğru gidildiğinde Şamballa’nın ruhsal sarayına ulaştıran
 bir “mavi yol”dan söz edilir. (Kuzey’in tradisyondaki önemi
 bilinmektedir. Burası Kutup yıldızının ekseninde yer alan
manyetik bölgedir. Mu ve Atlantis kıtalarının doğuşundan
 çok önceleri üzerinde “ilk uyanmışların” yaşamış oldukları
Hiperborea kıtasının yer aldığı bölgedir.)
Lamalar’a göre, “İstenmeyen kişi Şamballa’ya ulaşamaz.
Sadece imtihanları başaran zat (tüm inisiyasyonlarda olduğu gibi)
 Ebedi Kent’e kabul edilir.”
Andrews Thomas, “Şamballa” hakkındaki eserinde, “Yeryüzünün
en bilge insanlarının vadisine ancak Şamballa’nın ‘rüzgar ile’ yollanmış
 çağrısını ya da diğer bir ifadeyle Büyük Üstatlar tarafından telepatik
 olarak yollanan çağrıyı duyanlar tam bir emniyet içinde ulaşabilirler.”
 diye yazmaktadır.
Nicolas Roerich seyahatnamelerinde, gizli dünyanın girişine
ulaşabilmek için dar bir yeraltı dehlizinde sürünerek ilerlemek
zorunda kalan bir lamanın hikayesini anlatır. Turfan ve Türkistan’da
 bulunduğu sıralarda keşişler Roerich’e bazıları hiç kimse tarafından
 keşfedilmemiş olan birtakım mağaraları göstermişlerdi.
“Şamballa Aşramları’na bu yollarla ulaşılabilir mi?” diye sormuştu
Roerich.
        Lamalar ise kendisine bu ülkenin sınırlarının meraklılardan
 bir hayli garip yöntemlerle korunduğunu söylediler. Kayalardaki 
yarıklardan çıkan zehirli gazlar korunmayı sağlıyordu. Bazı anlatılara
 göre ise esrarengiz ışınımlar insanlarda (ve hayvanlarda)
 sarsıntılı titremeler meydana getiriyordu. Sayısız Moğol
 efsanelerini toparlamış olan Ossendoi, garip bir rastlantı(!) eseri
 bir yeraltı mağarasına giren ve bir duman perdesi ile korunmakta 
olan salonlarla karşılaşan bir avcının hikayesini anlatır. Avcı 
geri döndüğünde başından geçenleri anlatmaya karar 
verir, ancak lamalar onun bu keşfini açıklamasını engellemek
 için derhal dilini kesiverirler.Tesadüf diye bir şeyin olmadığını 
biliyoruz. Böylece bu talihsiz avcının hikayesi burada bitmemektedir, 
çünkü böyle bir geçidin girişini, şayet çağırılmamış olsaydı asla
 keşfedemezdi. Lamalar tarafından yapılan işkenceyi kabullenmekle
 konuşma yeteneğini yitirmeyi kabullenmiş oluyordu.
Bu şekilde yıllar boyunca, sakatlığından ötürü asla kederlenmeksizin
yaşadı. Kendi iç sessizliğinde, yeraltı tapınağında yaşadığı
unutulmaz hatıraları tekrar tekrar görüyor, yıllar geçtikçe birtakım
gerçekleri, tıpkı kendisine yapılan işkencenin sebebini anlamaya
 başladığı gibi daha iyi kavrıyor, etlerini kesen ve dilini koparan
 ellerin sahiplerine olan duyguları minnete dönüşüyordu. Tüm
 bunları anlayabilmek için bir ömür geçmesi gerekmiş, saçları
beyazlandığında da alelade insanların dünyasını terk etmiş
ve o mağaraya geri dönmüştü. Bunun içerisinde kayboldu gitti
ve bir daha da asla geri dönmedi.

GÖKTEN GELEN TAŞ

Nikolas Roerich, Gobi çölünde gece olduğunda gökyüzünde
 şimşekler ve ışık sütunları oluştuğunu görmüştü. Lamalar
kendisine bunların Şamballa Kulesi’nden yollanan ışık huzmeleri
 olduğunu belirtmişlerdi.
“Bu kulenin üzerinde elmas gibi parıldayan ve ışıklar saçan
 bir taş bulunmaktadır.” diye iddia etmekteydiler.
Tibetli rahiplerce iyi bilinen bu taşa Sanskritçe’de Chintamani
 (Şintamani), Tibet dilinde ise Norbi Rinpoch adı verilir.
Andrews Thomas, “Tibet’de, M.S. 331 yılında kral Tho-thori Nyan
Tsan hükümdarlığı sırasında içinde bu Şintamani taşının da olduğu
 dört
kutsal obje bulunan ve gökten düşen bir sandığın mevcudiyeti
herkesçe
 bilinirdi.” diye yazmaktadır.
Tibet efsanesi bu mücevheri sırtında taşıyan bir kanatlı attan ya da
 Tibet dilindeki adıyla bir Lung-Ta’dan bahseder. “Yukarıdan” gelen
Bilgi’nin sembolü olan bu taş, demek ki Şamballa’nın en yüksek
kulesinin tepesinde ışıldayacaktı.
İşte bu noktada bir kez daha evrensel bir mit ile karşılaşıyoruz:
Yukardan düşen yıldırım taşı, Yuvarlak Masa şövalyeleri tarafından
 bıkmadan yorulmadan aranan Graal, tüm simyagerlerin arayıp
 durdukları filozof taşı, düşüşü sırasında, yani enkarne oluşu
esnasında Lüsifer, yani Işık Taşıyıcısı tarafından kaybedilen yeşil
zümrüt, gökten gelen kahramanlar tarafından samimi ve içten
insanlara armağan edilen bu ateş, tanımlamayı başaramadığımız
 içimizdeki bu saf ve parlak alevle şuurlarımızın derinlerinde yanıp
durmaktadır.
Tibetliler “gökten gelen ilahi habercinin” bu taşın bir parçasını
 Atlantis imparatoru Tazlavu’ya vermiş olduğunu anlatırlar.
Bu kıymetli taşın parçalarından biri bir parmak uzunluğundadır
ve zihinsel titreşimlere karşı duyarlı bir frekans yaymaktadır.
 Üzerinde dört esrarengiz işaret kazınmıştır. Taş karardığında
 bulutların bir araya toplaştığı, ağırlaştığı zaman ise kan döküldüğü
 söylenir.
Bazıları Cengiz Han’ın bu taşı parmağında taşıdığını ve
taşın kendisine tüm savaşlarda zafer kazandırdığını iddia
 ederler. Hindistan’da Akbar, Yahudiye’de Süleyman ve Çin
imparatorlarından biri de bu sihirli taşın kısa süreli sahipleri
 arasında gösterilirler.
Bu mücevherin titreşimleri ve astral renkleri de yeryüzünün
devrelerine göre değişir. Kali Yuga (bugünkü) Çağı’nda
inisiyasyonun bu yeşil taşının üstünde uzun ve kanlı hatlar 
oluşmuştur. Bir zümrüt saflığına, günün birinde insanlar
 Bilgi’nin sırlarını ifşa etmek ve onlarda dünyaüstü görüşün 
gözünü, aynı anda hem içe hem de dışa bakmayı sağlayan 
“üçünçü gözü”uyandırmak için arı yüksekliklerden inmiş bulunan
 Işık Taşıyıcısı’nın
parlaklığına kavuşacağı Kova Burcu Çağı’na dek böyle kalacaktır.
Çigan inisiyelere göre (Agarta’dan gelmiş oldukları iddia edilen
çingeneler) Kali Yuga, Vampirler Çağı’dır. Kehanetlerine göre
Vampirler hükümranlığının ardından Parlak Horoz (Kova) Devri
 gelecektir.

KAN TAŞI
Nekromansi (*) ayinlerinde kullanılan büyülü taş yeşildir ve
üzerinde kırmızı damarlar vardır. Bu vampirik güçlere adanmış
 olan taştır, kan simyası tarafından elde edilmiş olan kırmızı ve
siyah Graal’dir.
Günümüzde de Transilvanya dağlarının ardında kaybolmuş vaziyette,
 Işık Şamballası’na uzun yeraltı tünelleriyle bağlı olan ve insanların
ulaşamayacakları bir Vampirizm Şamballası mevcuttur.
Bu, “iyi” ile “kötü”nün birbirlerine bağlı oluşları ve Bilgeliğe gerçek
 çehresini kazandırmaları ile aynı yasaya bağlıdır. Kötü ile iyi
aslında tek ve aynı şeydir, aynı parlaklığı paylaşmaktadırlar,
 çünkü hakikat, düalizmi ortadan kaldırır.
Kötü ile iyi, ne başlangıcı ne de sonu olmayan Ezeli-Ebedi
 Tanrı’nın, insanlara Evrensel Şuur’a ulaşmaları için verdiği
ve imtihanları için gerekli olan görünümlerden ibarettir. Kan Taşı
 ve Zümrüt de aslında iki ayrı taş değildir. Bunlar aynı mücevherin
 çeşitli halleri, sayısız titreşimleri içindeki durumlarıdır.
Vampirizm hizmetkarlarının parmaklarında taşıdıkları Kan Taşı,
 aslında okültistlerce gayet iyi bilinen bir Heliotrop’tur. Batıl
 inançlara göre bu taşın kanamaları durdurma, şiddetli adet
 sancılarını azaltma, burun kanamasını durdurma ve şayet bir
büyü ayini esnasında kullanılmışsa büyüleme ve hatta
 öldürme gibi yetenekleri olduğu söylenmektedir.
Şayet gümüş (ay madeni) bir yüzüğe takılırsa ve üzerine de
 bir vampir işareti kazınmışsa, ölüler ülkesine dalabilmeyi,
Karpatlar’daki yuvalarına çekilmiş ve izole vaziyette yaşayan
 bu gaddar prenslerin, bu “gecenin senyörlerinin” esaretine
canlı girebilmeyi sağlamaktadır.
Aynı şekilde yeşil taş da nur varlıkları davet etmeyi ve dağların
 ötesinde yer alan Şamballa’ya girebilmeyi temin etmektedir.
Jacques Bergier, Transilvanya’nın hayli esrarengiz bir coğrafya
üçgeninde bulunduğunu açıklar. Beşeri tarihin son asırlarına
 damgasını vuran bazı dehalar bu üçgen içinde doğmuşlardır.

YASAK DÜNYANIN KAPILARI

Yasak ülkeye götüren binlerce yolu anlayabilmek için sayısız
ezoterik geleneklere ve çeşitli yörelerin folkloruna göz atmak
 yeterlidir. 20. yüzyılda da, çağların ötesinden kendisine ulaşan
 çağrıyı duyan “asil yolcu”yu daima bekler vaziyetteki bu
saklı eşikleri, bu efsanevi girişleri açıklamaktan memnuniyet
duyulması kaçınılmazdır.
Bu konudaki en bilinen metinler Moğolistan’dan, Tatarlar’ın
 istila sahalarından, korunmuş vadilerden, Himalaya dağlarından
 ve Kuzey Kutbu’nun yakınlarında (Kadim Tule’nin bölgesinde) ve
yeryüzü manyetizminden yalıtılmış bir bölgeden söz ederler.
Kızılderili tradisyonlarına dayanan diğer bazıları da, Ölüler çölünde
yer alan ve yeraltı şehirleri ile bağlantısı bulunan “esrarengiz
kuyular”dan, ve sayısız insanın, bir altının (hiç şüphesiz başka

türlü bir altın) peşinden koşarken kaybolup gittikleri Amazon’un
 en ücra bölgelerinden bahsederler.
Transilvanya’nın yüksek dağlarında, Curtea da Arges civarlarında
 yeraltı aleminin girişleri olan bazı mahzenleri sakladığı söylenmektedir.
İngiltere’de, Broceliande ormanının, Agarta’ya götüren gizli geçitleri
saklamakta olduğu ifade edilir. Bu kapılardan biri, iddiaya göre
“kayıp kuyu” denilen bölgede bulunmaktadır. İşte böylece, eski
 inisiyelere göre, dünyanın her parçasında insanlarca bilinmeyen
bu kapılardan mevcuttur ve buna layık olan kişi, Şamballa’nın da
çağrısıyla ve rehberliğiyle, binlerce kilometrelik ve bitmek tükenmek
 bilmez yeraltı koridorlarından ve dehlizlerden geçerek “Mutlular”
ülkesine ulaşır.

AGARTA’NIN HABERCİLERİ

Şamballa krallığı zaman zaman insanlar arasına bir haberci
yollar ve ona “garip ve sihirli biçimde ortadan kaybolmadan
 önce” tamamlanmak üzere okült bir misyon verir. Ezoterik
 gerçekleri ellerinde tutan bazılarının iddiasına göre yakın
 tarihin üç asrı boyunca ortalıkta görünmüş olan St. Germain
 Kontu da Agarta’dan yollanmış bir zattır.
15. Louis’nin danışmanı olan kontun, Marie-Antoinette’e de
ihtilalin yakın olduğunu bildirdiği ve yaşının da üç yüz olduğunu
 söylediği anımsanmaktadır. Bilgisinin evrenselliği, çağının
asilzadeleriniçok şaşırtmıştı. Transilvanya (!) kökenli bir soydan 
geldiğini iddia ediyordu.
Andrews Thomas, “Onun, Aix-en-Province yakınlarında bir inziva evi
 olduğu ve burada bir Buda heykelinin karşısında tıpkı bir yogi gibi
 oturarak yoğun ve derin düşünce ve temaşa saatleri geçirdiği anlatılır.”
diye yazmaktadır.
St. Germain Kontu’nun son sözleri Franz Gräffer’in hatıratında
 kayıtlıdır: “Himalayalar bölgesine gitmek üzere Avrupa’dan ayrılacağım.
Orada dinleneceğim. Zaten dinlenmek zorundayım. 85 sene sonra
 beni yeniden görecekler.” Bu sözlerin söylendiği tarih 1790 senesidir.
19. yüzyılın sonunda Teozofi Cemiyeti’nin üyeleri St. Germain
Kontu’na Venedik’de rastladıklarını söylemişlerdi. Kontun
-şahitlerin belirttikleri üzere- Büyük Kanal’ın kenarında bir sarayı vardı.
Sulara batık Venedik kenti de yeraltı dünyasının bir uzantısı mıdır
yoksa? Bu nokta, Kazanova hakkındaki bir araştırma sonucu
 aydınlanabilir. Bu maceraperest ve simyagerin, St. Germain
 Kontu ile yakın ilişkileri olmuştu. Kazanova bu konuda “Bir okült
 dehanın çağrısına cevap verdim.” demiştir.
Yoksa bu deha, onun ziynet eşyası gibi üzerinde taşıdığı garip
 büyülü taşlarda mı yatıyordu? Giacomo Kazanova çok genç
yaştayken, kendisini Okült Sanatın ilk safhalarına inisiye eden
 ve yaşlı bir kasaba büyücüsü olan mürşidi ile tanıştı.
Bu, bir kadındı. Muranolu bu büyücü kadın onun burun
 kanamalarını iyileştirmişti. O devirde köy büyücülerinin
 kanamaları durdurmak için “Kan Taşı”nı kullandıkları bilinir.
 Benzer bir taş bu Venedikli okültiste de armağan edilmiş olamaz mı?
Yeraltı aleminin vazifelileri, her devrenin sonunda, yeni bir çağın
 sökmekte olan şafağını müjdeleyen haberciler misali ortaya
 çıkıvermektedirler.
Böyle varlıklarla karşılaşılması ancak yüksek amaçlarla olmaktadır.
 Fakat insanoğlu, şuurunu sarıp sarmalamış illüzyonların neden
olduğu körlükle gerçek amacının ne olduğunu görememekte,
 el yordamı ile yürümekte ve düşüp durmaktadır.
İmkansız olana duyduğumuz özleme ve içimizdeki çağrıya kulak
asmalı, keşif yolculuğumuza hemen vakit kaybetmeden
başlamalıyız. İşte tıpkı Graal’ın peşine düşmüş eski şövalyeler
 gibi, efsanelerde sözü edilen ve kendi öz maceralarını
 kabullenmeyi bilmiş bu “asil yolcular” gibi olabilmek için
üzerinde durmamız gereken gerçek değerler bunlardır.
Belki böylece görünümlerin ötesinde, illüzyonun binlerce
 örtüsünün ardındaki gizli kapıyı keşfedebilir, hakikatler ülkesinin
 ışıltılarına layık olabiliriz.
(L’Autre Monde Dergisi No:26)
(*)Nekromansi: Yunanca’daki Nekros (ölüm) ve Manteia
(kehanet) kelimelerinden türetilmiştir. Çeşitli ifşaatlarda
 bulunmalarını sağlamak amacıyla ölülerin ruhları ile temas
 kurma ilmidir. Nekromansi’de amaç daha çok geleceğe
 ilişkin bilgiler elde etmektir. Kökeni eski Mısır’a dek uzanır.
Jean Paul Bourre
Çeviren: Haluk Özden


Agarta’nın sembolü: Gamalı haç!

Agarta'nın hakimi, “dünyanın kralı” rütbesini taşıyor.
Yardımcıları durumundaki iki rahip kral bulunuyor.
 Sembollerinden biri bugün günümüzde hala Hint ve Tibet
 tapınaklarını süsleyen gamalı haçtır.
Bu sembol Mu 'dan kaynaklanıyor. Güneşi ifade eden
 kadim bir sembol. Dünyanın en eski sembollerinden biri
 sayılıyor. Bu haç, yaradılışın dört kuvvetini ve dört büyük
 enerjiyi sembolize eder. Zamanla “yönü çevrilerek”
II. Dünya savaşında Nazilerin kullandıkları haline gelecektir.
Mu ve Atlantis…
Bu teknik ama açıklayıcı tanımlamalardan sonra Agarta’yı
 biraz daha açmaya başlayalım. Bir başka tanım, Agarta’nın
“Mu ve Atlantis’ten göç eden bilim rahiplerince ya da inisiyelerce
 kurulmuş, sonradan gizlenme gereği görüp dağ ve mağara
içlerine çekilmiş” bir grup olduğunu  ileri sürüyor.
Bu açıklama da Agarta ile ilgili yaygın bilgiler arasında.
Neredesye “mutabakatla kabul edilmiş” bir yaklaşım.
Buradan Agarta ile ilgili ilk ve en bilinen “tartışma”
konusuna gelebiliriz. Agarta’nın “bir yer altı ülkesi”mi veya
 “gizli bir dernek (oluşum)”mu olduğuna ilişkin bir tartışma bulunuyor.
Agarta üzerindeki hemen tüm çalışmalarda bu ayrışmaya
 rastlanıyor. Ancak ortak nokta, bir “gizlilik” olduğu yönünde.
Yani ister “yer altı” olsun ister “örgüt, dernek, oluşum” gizlilik var.
Burada bir uzlaşma noktası da zamanla ortaya çıkmış.
Her ikisinde de doğruluk payı olduğu varsayılıyor.

Agarta’nın adamları kim, misyonu ne?

Peki Agarta ne yapar? Amacı nedir? Kimlerden oluşur?
Burada kesin yargılarla ayrışan bir farklı okuma yok. Değişik
 “görev” tanımları varsa da genel olarak amaç ve araçlar
belli. Agarta, “sahip bulunduğu binlerce yıllık sırları uygulamak
suretiyle insanlığı büyük bir spiritüel ilhama
(illumination/aydınlanma/ışık)
 kavuşturmayı amaçlayan bilge ve filozoflardan oluşuyor”.
Saint-Yves d’Alveydre’den sonra Agarta isminin ilgi çeken
biçimde sunuluşu, Fransız konsolosu olan Jacoliot’un
 "Hint’teki Tevrat”
 adlı eserinde ve teozofinin kurucusu H. P. Blavatsky’in "Gizli Doktrin
ve Gün lşığına Çıkarılmış İsis" adlı eserinde oluyor.
Bundan sonra en bilinen ve en sık gönderme yapılan “Rene Guenon”
 oluyor ve "Dünyanın Kralı" adlı çalışmasıyla Agarta hakkında en
 geniş bilgileri kamuoyuna veriyor.

‘Öteye Ait Zekâların Oğulları’ Nerede?

Peki Agarta nerede? Agartalılar nerede? Bu konu üzerinde
 asla mutabakat yok. Hemen her kaynak kendine göre bir
adres gösteriyor. Böyle olmakla beraber, “geniş coğrafi”
tanım açısından bir harita çıkarmak mümkün.
Guenon’a göre, çok eski bir tufan bugünkü Gobi bölgesinde
çok gelişmiş bir uygarlık yok olmuştur. Burada  yaşamakta
olan “spiritüel mürşitler” Himalayaların altında yer almakta
olan büyük bir mağara şebekesine sığınmışlar.




Kendini dünyadan bir süre için geri çekmiş

 bilgelik üstatlarının, ya da günün birinde ortaya 

çıkmaya davet edilmiş olanların; yaşamlarını 

sürdürmekte oldukları bir "ölümsüzler

 ülkesinden" tüm geleneklerde söz edilir. 

Ulaşılması imkansız bu yeraltı dünyası 

değişik bölgelerde kurulmuş olup, ismi de 

inanışlara ve geleneklere bağlı olarak

 çesitlilikler göstermektedir.



"Parlak Horoz Devri geldiğinde, büyük üstatlar Agarta’'nın
 mağaralarından çıkacaklardır." Bu dünyanın gerçek üstatlarınını
 yani Demir Çağı’nın (Kali Yuga) başlangıcından ya da diğer
bir ifadeyle inisiyatik gerçeklerin yitirilişinden itibaren yerkürenin
 en gizli bölgelerıne çekilmiş bulunan "ruhun prenslerinin" geri
 dönüşleri, çeşitli tradisyonlarda bu şekilde bildirilmekte.
Sanskrit kronikleri de yerkürenin içinde bulunan ve Atlantis''in
son hatıralarının saklandığı Agarta’dan bahsederler. Bu,
Moğolistan’daki Şamballa’dır. Burası, sadece arı bir ruhun
 ulaşabileceği Beyaz Ada’dır.
İskandinav efsaneleri de Tule’nin hikayesini anlatırlar. Ve
ölümsüzlerin yaşadıkları "son topraklar adası" olarak geçer.
 Eski Mısır''ın rahiplerine göre de beşeri dünyanın ötesinde,
 denizlerin ardında ve çok uzakta Pount Ülkesi’nin kapıları
 açılmaktadır.Rusya’da ise bazı yaşlı insanlar, Tatar fetihçilerinin
 Moğolistan’a giderken izledikleri hattı takip edenlerin, dev 
dağ zincirlerinin ardında yer alan "beyaz sular" (ya da saf sular) 
ülkesine ulaşacakların iddia ederler. Sovyet yazarı Chinchkov 
(Şinkov) bu gizli imparatorlukla ilgili imada bulunur:
"Belovodye isminde bir harikalar ülkesi vardır. Onun hakkında
 yazılmış pek çok şarkılar ve masallar mevcuttur. Bu ülke
Sibirya'da yer alır; belki de daha ötesinde veya bir başka
yerdedir. Oraya ulaşmak için stepleri, dağları ve yaşı
 belirsiz metine doğru yol almak gerekir. Şayet,
doğuşunuzdan itbaren böyle bir kadere sahipseniz,
 Belovodye'yi görebilirsiniz.”Rus folklorunda da yanlızca 
"bilenlerin", yani şuur seviyeleri yüce ifşaata layık olanların 
ulaşabilecekleri yeraltı şehri Kitij'den söz edilir. Yahudi tradisyonunda
 bu saklı şehrin adı Luz’dur.
Bu ışık imparatorluğudur; inisiyasyonun yeşil zümrütüdür.
Yeşil, inisiyasyonu temsil ettiğinden ötürü, daima yeşil olan
ada'nın, kışı asla tanımayan ülke' nin ne anlama geldiği anlaşılmaktadır.

Jean Paul Bourre
Çeviri: Haluk Özden

Bu tezin bir devamı var. Coğrafi bir tanım verip,
siyasi bir bilgiyi de içeriyor. Yukarıda “Agarta ve
Şambala” ilişkisine değinmiştik. “Ayrı-rakip” olduklarına
 ilişkin bilgi burada bulunuyor.
Bu göçten sonra, iki gruba ayrılıyorlar ve "sağ  elin yolu”
diye anılan grup Agarta’ya, yani dünya hayatından uzak
 “murakabe ve mükaşefe”de bulunma ülkesine, "sol elin yolu"
 diye anılan diğer grup ise “Şambala”ya yani kaba güç
 ülkesine yerleşiyor.
Bir diğer Agarta adresi Ferdinand Ossendowski’den
gelmekte. Ossendowski, Bolşevim ihtilaline direnmiş
Polonyalı bir bakandır ve başarısız olunca Moğolisten
ve Çin’e kaçmıştır.
Sığındığı bir Lama manastırında kendisine, “altı bin yıldan
fazla bir zaman önce kutsal bir insanın bütün bir halkıyla
 bir mağarada kayıplara karıştığı,  ve yitik bir bilim
yardımıyla, Agarti adlı yeraltı krallığının temelini attığı 
anlatılmış. Ossendowski bu bilgileri 1924'de yayınladığı 
"Hayvanlar, İnsanlar ve Tanrılar" kitabında derlemiş.

Agarta’ya katılım şartları!


“Agartalı olmak”, günümüz değerleriyle pek mümkün
gözükmemekte. Kut Humi’ye göre,  "Agarta’ya girmek,
katılmak, atanmak, seçilmek” söz konusu değil; “Ancak,
 spiritüel anlamda olmak üzere, bileğinin hakkıyla Agartalı
olunabilmektedir; kişi, ancak ulûhiyetle tekrar bütünleşip
özdeşleşebilecek seviyeye ulaştığı takdirde Agartalı olabilmektedir,
 ki bu seviyeye ulaşmanın yolu da tatbikat ve tahakkuk sürecinden
 geçmektir, çünki beşer varlığını en tam ve en aşkın biçimde
değişime uğratan ve güçlendiren tek şey ancak spiritüel bilimdir.”





Agarta’nın bitmeyen öyküsü o kadar çok 

çalışmaya, kitaba, söylenceye “küresel” ölçekte

 kaynak olmuş ki, neredeyse inanmamak mümkün

 değil. Fakat “saf bilim” açısından şüpheli tarafları

 çok. Ama bilim de zaten böyle bilim olmadı mı?




Henrich Schliemann antik Truva kentini aramaya gittiğinde
bilim dünyası kendisiyle alay etmişti. Schliemann''ın çağdaşları
 için Truva sadece Homeros''un hayal dünyasının bir ürününden
 ibaretti.
İnanmadınız mı? O zaman şimdi neden çıktı?
Ancak tradisyona dayanarak ve Homeros''un eserini adım adım
izleyerek, İlyada'' da adı geçen efsanevi kentin kalıntılarını bulmayı
başardı. Sadece Truva''yı değil, üstüste inşa edilmiş dokuz
 kentin daha kalıntılarını keşfetti. Homeros yalan söylememişti.
Aynı macerayı Minotor efsanesini gerçek kabul eden Arthur
Evans da yaşadı. Yaptığı kazılar sonucu Kral Minos''un görkemli
 sarayı gün ışığına çıkmıştı. Aynı şey 1898 senesİnde Babil Kulesi'' nin
 kalıntılarını bulan Robert Koldewey için geçerlidir. Bir kere daha 
efsane gerçeğe dönüşmüş ve tradisyon (gelenek) da çocuklar
 için yazılmış harika bir masal değil, insanlara ait ancak 
unutulmuş birtakım hakikatlere dayandığını kanıtlamıştır.
1923 senesinde, ezoterik Tibet Budizmi’nin lideri Tashi Lama
politik nedenlerden ötürü Çin'e kaçmak zorunda kalmıştı.
 Kendisi en layık olan Lamalara, “Şamballa'ya giriş pasaportu”
 verme yetkisi olan “en yüksek Lama” kabul ediliyordu.


Yani Agartalılık; Yogiler’e veya ilk İbranilerdeki "semavî insana"
özgü en derini hal ile mümkün. “Agartalılar dünya sakinlerinin
şuurlarında genişleme ve açılma meydana getirmek ve kendilerinin
spiritüel anlamda ulaşmış bulundukları duygu ve düşünce
birliğine onları da ulaştırmak amacıyla kendi aralarında işbirliği
yapmaya her an hazır durumda bulunmaktalar”.

Naziler-Hitler ve Agarta…

Agarta’nın nerede bulunduğuna ilişkin bir diğer adres
ise bize oldukça yakın. Kapadokya. Bölgenin yer altı
dehlizleriyle bilinen mimarisi ipucu oluşturuyor. Geniş
 ve büyük tüneller yapısı bölgeyi Agarta’nın olası adresi
haline getirmiş.
Tabii bu da bir iddia. Zaten Agarta’ya ilişkin tüm bilgiler
 çeşitli ve renkli iddialara dayanıyor. Tünellerin kaynağı
Daniken gibi araştırmacılar tarafından uzay uygarlıkları
 olarak gösterirken, bazıları Atlantis ve Mu kıtalarının
 batışlarından sonra kurtulan kimseler olarak gösteriliyor.
Elbette bu iddiaların en büyüğü, Agatha sakinlerinin
 insanlarla çok az iletişim kurarak günümüze kadar yaşadıklarıdır.
Popüler ve çok ilginç hatta inanılası bilgiler içeren yakın tarihli
söylencelerin başında ise Adolf Hitler’in, Agarta rahipleri
tarafından yönlendirilen bir medyum olduğudur. Bu nedenle
bir çok araştırmacı Agarta ile ilgili konulara Naziler ve Hitler
ile başlanmasını önerir.



Bazı iddialara göre de Adolf Hitler, 

Şambala rahipleri tarafından yönlendirilmiş

 olan bir medyumdu. Bu yüzden eski uygarlıklar,

 Okült ekoller ve yeraltı şehirleri ile ilgili 

olarak yapılan araştırma ve yorumlara 

Hitler Almanyası ile başlamak daha çarpıcı olabilir.



Hitler Almanya'sının gerçekte majik bir grup olduğu tezi
sık duyulmuştur. Beşyüz kişiyle devleti ele geçirmişlerdir.
 Bu normalde mümkün olan bir olay değildir ve Hitler
Almanya' sı gerçekte Sovyetler Birliğini hedef almıştır.
Eckart: ‘Thule’nin sırları kayıp uygarlığa dayanır!’
Tahrip olan bir Nazi karargahında yıkıntılar arasında oniki Tibet' li
rahibin cesedi bulunuyor. Bu duruma, o yıllarda, o keşmekeşte
hiçbir anlam verilemiyor. Zaten kimse bunu düşünecek durumda
 da değil. Hitler in ve Nazi partisindeki özellikle Thule
 Grubu'ndaki varlıkların hepsinin çok disiplinli vejetaryen
olduklarını ekleyelim.
Thule Efsanesi'nin kökeni, kayıp bir uygarlığa dayanmaktadır.
Bu efsane altında birleşen bir grup Thule adında gizli bir tarikat kurdular.
Nazi Partisi'nin yedi kurucusundan biri olan Dietrich Eckart, Thule
Tarikatı'nın temel efsanesini şöyle açıklıyordu:
“Thule' nin tüm sırları eski kayıp bir uygarlığa dayanmaktadır.
 İnsanoğlu ile dış zekaların arasında bulunan bazı aracı varlıklar
 bu sırlara erenlere büyük bir güç kaynağı oluşturmaktadırlar.
 Bu güç Almanya' yı bütün dünyaya egemen kılacaktır.
Yine bu güç ve bu gücün kaynağı geleceğin üstün insanının
ortaya çıkması için imkan sağlarken, insan türünün de 
değişimine yol açacaktır.”
İşte bu ifadeler özet olarak Nazizmin temelini oluşturmaktadır,
yani ezoterik Nazizmin, bilinmeyen Nazizmin. Gizli Thule
tarikatı üyeleri arasında Rudofh Hess tarihten bilinen,
Karl Haushofer , Alfred Rosenberg ve Adolf Hitler
gibi isimler bulunmaktadır. Özellikle Karl Haushofer' in
 ve Adolf Hitler' in birtakım paranormal yetenekleri olduğu
 bilinmektedir.Örneğin Karl Haushofer ileri derece 
prekognisyon yeteneğine, yani geleceği önceden 
bilme yeteneğine sahipti. Öyle ki düşman güçlerinin
 saldıracağı saati, bölgeleri, hatta top mermilerinin 
düşeceği noktalara kadar koordinatlarını bile önceden
 haber verebiliyordu.
Hitler o dönemdeki Amerikan başkanı Franklin
 Roosvelt' in 1945 yılında öleceğini çevresindekilere
 söylemiştir. Hitler'in vizyonlar gördüğü, bir çok bilgiler
 ifade ettiği bilinmektedir.Hitler' in çevresindekilerin 
görmediği fakat kendisinin gördüğü, böyle mekanda 
otururken, bir çok varlıktan söz ettiği yine kayıtlara 
geçirilmiştir. Hatta Hitler' in bu noktada şizofreni 
olduğundan bile şüphe edilmiştir.
Bu arada yine Hitler meydanlarda ve radyolarda
 yaptığı konuşmalarda ses majisi denilen bir tekniği
 uyguladığı da iddialar arasında bulunuyor.
Belgesellerde on binlerce kişinin Heil Hitler deyişini ve şuursuzca
olan faaliyetleri. Bu arada Karl Haushofer'in Hindistan da,
 Japonya ve Tibet te uzun süre okült çalışmalarda bulunduğu
ve inisiyasyondan geçtiği de gene bazı kayıtlarda mevcut.
Agarta, Hindu inanışına göre 'Aryanların Diyarı' ve
'Üstün, soylu kişilerin ülkesi'dir. Nazi felsefesinin kökeninde
 Agarta'nın olduğu söylenir! Nazilerin, çok daha karanlık
ve gizli bir örgütün görünen yüzü olduklarını ileri süren bir
çok yazar vardır... Gizlice Nazilerin iplerini elinde tutan 
Tibetli gizemci din adamları (lamalar) bulunduğu öyküsü
 de bu söylentilere eklenmiştir. 1840'larda bile, 'Agartha'
 efsanesi Almanya'da ilgi çekmeye başlamıştı.



Bazı iddialara göre de Adolf Hitler, Şambala

 rahipleri tarafından yönlendirilmiş olan bir 

medyumdu. Bu yüzden eski uygarlıklar, Okült

 ekoller ve yeraltı şehirleri ile ilgili olarak 

yapılan araştırma ve yorumlara Hitler Almanyası

 ile başlamak daha çarpıcı olabilir.



Eckart: ‘Thule’nin sırları kayıp uygarlığa dayanır!’
Hitler Almanya'sının gerçekte majik bir grup olduğu tezi sık duyulmuştur.
 Beşyüz kişiyle devleti ele geçirmişlerdir. Bu normalde mümkün olan
bir olay değildir ve Hitler Almanya' sı gerçekte Sovyetler Birliğini
hedef almıştır.
Tahrip olan bir Nazi karargahında yıkıntılar arasında oniki Tibet' li
rahibin cesedi bulunuyor. Bu duruma, o yıllarda, o keşmekeşte hiçbir
 anlam verilemiyor. Zaten kimse bunu düşünecek durumda da
 değil. Hitler in ve Nazi partisindeki özellikle Thule Grubu'ndaki
 varlıkların hepsinin çok disiplinli vejetaryen olduklarını ekleyelim.
Thule Efsanesi'nin kökeni, kayıp bir uygarlığa dayanmaktadır.
Bu efsane altında birleşen bir grup Thule adında gizli bir tarikat
kurdular. Nazi Partisi'nin yedi kurucusundan biri olan Dietrich
Eckart, Thule Tarikatı'nın temel efsanesini şöyle açıklıyordu:
“Thule' nin tüm sırları eski kayıp bir uygarlığa dayanmaktadır.
 İnsanoğlu ile dış zekaların arasında bulunan bazı aracı varlıklar
 bu sırlara erenlere büyük bir güç kaynağı oluşturmaktadırlar.
Bu güç Almanya' yı bütün dünyaya egemen kılacaktır. Yine
 bu güç ve bu gücün kaynağı geleceğin üstün insanının ortaya
çıkması için imkan sağlarken, insan türünün de değişimine yol açacaktır.”
İşte bu ifadeler özet olarak Nazizmin temelini oluşturmaktadır,
 yani ezoterik Nazizmin, bilinmeyen Nazizmin. Gizli Thule
 tarikatı üyeleri arasında Rudofh Hess tarihten bilinen, Karl
 Haushofer , Alfred Rosenberg ve Adolf Hitler gibi isimler
bulunmaktadır. Özellikle Karl Haushofer' in ve Adolf Hitler' in 
birtakım paranormal yetenekleri olduğu bilinmektedir.
Örneğin Karl Haushofer ileri derece prekognisyon
yeteneğine, yani geleceği önceden bilme yeteneğine
 sahipti. Öyle ki düşman güçlerinin saldıracağı saati, bölgeleri,
hatta top mermilerinin düşeceği noktalara kadar
koordinatlarını bile önceden haber verebiliyordu.
Hitler o dönemdeki Amerikan başkanı Franklin
Roosvelt' in 1945 yılında öleceğini çevresindekilere söylemiştir.
Hitler'in vizyonlar gördüğü, bir çok bilgiler ifade ettiği bilinmektedir.
Hitler' in çevresindekilerin görmediği fakat kendisinin gördüğü,
 böyle mekanda otururken, bir çok varlıktan söz ettiği yine
kayıtlara geçirilmiştir. Hatta Hitler' in bu noktada şizofreni
olduğundan bile şüphe edilmiştir.Bu arada yine Hitler meydanlarda
 ve radyolarda yaptığı  konuşmalarda ses majisi denilen bir
 tekniği uyguladığı da iddialar arasında bulunuyor.
Belgesellerde on binlerce kişinin Heil Hitler deyişini ve
şuursuzca olan faaliyetleri. Bu arada Karl Haushofer'in
 Hindistan da, Japonya ve Tibet te uzun süre okült çalışmalarda
 bulunduğu ve inisiyasyondan geçtiği de gene bazı kayıtlarda
mevcut.Agarta, Hindu inanışına göre 'Aryanların Diyarı' ve
 'Üstün, soylu kişilerin ülkesi'dir. Nazi felsefesinin kökeninde 
Agarta'nın olduğu söylenir! Nazilerin, çok daha karanlık ve
 gizli bir örgütün görünen yüzü olduklarını ileri süren bir çok
 yazar vardır... Gizlice Nazilerin iplerini elinde tutan Tibetli
 gizemci din adamları (lamalar) bulunduğu öyküsü de bu söylentilere 
eklenmiştir. 1840'larda bile, 'Agartha' efsanesi Almanya'da ilgi
 çekmeye başlamıştı.


Dabbe’tül Arz yeraltında değil mi?

Bazı kaynaklarda, Agarta(lıların) dünyayla iç içe yaşadığı,
 ancak 4. boyutta olduğu için görünmediği söyleniyor.
 Göründükleri zaman dilimi ise “kıyametle” ilişkilendiriliyor.
“Bizlerin şu an göremediği, ancak iç içe yaşadığımız, bu
Medeniyet Mensupları (Agartha) dünya insanlarının dördüncü
boyuta geçişi sürecinde onları karşılayacak, kendilerini
tanıtacak ve insanlara bilgi aktaracaklardır. Kuran'ın Neml
Suresi'nde bahsedilen Dabbetül Arz, yani ‘yerden çıkacak’
ve hakikatleri anlatacak olan canlı varlıklar, bu medeniyetlerin
 mensupları olan varlıklardır”




Hz. İsa’nın Beytlehem'de dünyaya geldiği zaman,

 üç maj (!) tarafından ziyaret edildiği klasik, 

kanonik İnciller'de mevcut olduğu, Hz. İsa’yı 

ziyaret eden üç majın aslında Agarta' dan ve

 bu oniki Maj Yesiller Grubu'ndan gelen üç

 üstat olduğu, orada İsa henüz doğmuşken, 

İsa' ya orijinal görevini bir kez daha 

hatırlattıkları iddiaları internetin 

en bilinen Agarta söylencelerinden…



Hz. İsa’nın Kur’an’da ana karnındayken ve doğduğu
anda insanlarla konuştuğu yazılıdır. Onun fizik sisteme,
 fizik bedene ne derecede hakim olduğunun bir ifadesidir
 bu. Ayrıca bu üç maj, İsa peygambere bu hatırlatma görevini
 yapmıştır ve hatta O' nu kutsamış bir takım hediyelerde
 getirdiğiki onların hepsi semboliktir ifade edilmektedir.
Yine iddialara göre Hz. Nuh gerçekte bir Atlantisli idi ve
Atlantis sulara gömülmeden önce kurtarılmaya değer
bir grup insanı bu felaketten kurtarmıştı. İnanca göre,
Atlantislilerin çıkardığı nükleer savaş sonucu meydana
gelen tufan felaketinden kurtulan bu grup, önce Brezilya’nın
yüksek platolarına gelmişler daha sonra da radyasyondan
 korunmak için, yüzeyle bağlantılı tünelleri olan yer altı
şehirlerine yerleşmişlerdi.
Agarta yer altı medeniyeti, Atlantis medeniyetinin bir
devamı niteliğindeydi. Geçmişteki korkunç nükleer
savaştan ders aldıkları için, devamlı barış içinde
yaşamaktaydılar. Bu insanlar bilimde yeryüzü insanlarının
 binlerce yıl ilerisindeydi.
İyibilgi notu: İnternet ortamında bu ve benzer bir
 çok metin Agarta ile ilgili uhrevi göndermeler içeriyor.
 Anımsatalım, bu metinlerin çoğunun teolojik veya bilimsel
 kaynakları bulunmuyor.
Agarta, popüler kültüre de defalarca konu olmuş bir figür;
Umberto Eco, 'Foucault'nun Sarkacı' kitabında Agarta’dan
 bahseder. Abel Posse'nin meşhur romanının ismi: “El viajero
de Agartha”dır.  “Agarta: Hollow Earth” adıyla bir bilgisayar
 oyunu da var. Bir başka meşhur oyun  “Final Fantasy IV”te de Agart
şehrinden cücelerin yaşadığı bir yeraltı ülkesiyle bağlantı kuruluyor.
Miles Davis 'in bir albümünün adı da Agarta.

İddianamede ne işi var?


Agarta’yı bize son hatırlatan metin, kamuoyunda
 Ergenekon olarak bilinen Ümrüniye soruşturmasının “iddanamesi” oldu.
 İddianame basına yansıdığı kadarıyla açık biçimde Agarta adını zikretti.
Peki bunun anlamı ne? Ergenekon’un tarihine ilişkin bilgiler
 verilirken Agarta’nın iddianameye girmesi fikri acaba nasıl gelişti?


Rene Guenon'a göre bu durum, en çok, Türklerin 

yaşadığı Orta Asya'da görülmektedir. Kimi yazarlara 

göre, Göktürk, Uygur ve Hun masallarındaki, 

"ataların kutsal mağaraları" ve bir mağaradan 

geçilerek ulaşılan "gizli ülke" inanışında 

Agarta'nın sembolizmi bulunmaktadır.



Agarta’nın ev sahipleri Türkler mi?
Shambhala" (Şambala), "Dünyanın Kalbi", "Yüce Ülke",
"Bilgeler Ülkesi" gibi çeşitli adlarla belirtilen Agarta,
teozofik ve ezoterik kaynaklara göre, önceki devrenin
sonlarına doğru Mu ve Atlantis'ten göç eden bilim-rahipleri
tarafından kurulmuş bir organizasyon.
Önceleri beşeriyetle açık temas halinde olan bu organizasyon,
 bu devrenin koşullarından ötürü gizlenme gereği görmüş
 ve ikâmet yeri olarak birbirlerine tünellerle bağlanan, dağlar
çindeki yeraltı kentlerini tercih etmiştir.
1912'de Müslüman olduktan sonra Abdül Vahid Yahya adını alan;
 ezoterik, okült ve mistik konularda çok sayıda yapıtı bulunan
Fransız asıllı Mısırlı düşünür ve yazar Rene Guenon'a göre
 geleneklerde "Kutsal Dağ", "Dünyanın Merkezi" olarak
 ifade edilen yer, O'nun mekânıdır.
Rene Guenon'a göre bu durum, en çok, Türklerin yaşadığı
Orta Asya'da görülmektedir. Kimi yazarlara göre,
 Göktürk, Uygur ve Hun masallarındaki, "ataların kutsal
mağaraları" ve bir mağaradan geçilerek ulaşılan "gizli
 ülke" inanışında Agarta'nın sembolizmi bulunmaktadır.

iyibilgi.com'dan